Bilimkurgunun Prestiji ve "Krizalitler" Üzerine Bir Deneme
Fantastik kurgu ve bilimkurgu gibi gerçeklik
dışı türleri ‘prestijli’ görmeyen, gerçeklikten bahsetmeyen metinlerin ‘boş iş’
olduğunu düşünüp, bunları okumayı ‘vakit kaybı’ olarak nitelendiren ‘yüksek’
edebiyat tutkunu insanların dahi Ursula LeGuin’in eserlerine saygı duyması oldum
olası ilgimi çekmiştir. Ursula’nın yaratılarını ben de, gerçek dışı türlerin
tutkunu bir insan olarak başka yerde görür, her şeyden ayrı tutarım; yeni
çıkan, yeni çevrilen veya tekrar çevrilen, tekrar baskı yapan eserleri ne kadar
takip edersem edeyim, Ursula’nın yeri ayrıdır ve özellikle Karanlığın Sol Eli gibi bir yapıtı tekrar tekrar okumak, benim
açımdan yeni eserlerin takibinden daha ayrı öneme sahiptir.
Peki Ursula LeGuin, neden
bu türlere ilgi duymayan insanlar için bile prestijlidir? Şüphesiz ki edebi
derinliğinden, karakter yaratma becerisinden ve en önemlisi, fantastik türe
ilgi duymayan okuru çekmesinin kaynağındaki sebep de belki bu olsa gerek,
yarattığı yeni dünyaya dair ortaya koyduklarının ikna ediliciğinden. Herhangi
bir türde üretilen eserin ikna ediciliği, eserin okuru kendi dünyasına çekmesi
zaten kurmacanın ne kadar başarılı olduğunun bir göstergesi. Yazar ancak okuru,
yarattığı karaktere, olaya, mekana, zamana ikna edebildiği, anlattığı olaya bir
şekilde inandırabildiği oranda iyi bir eser ortaya koymakta; herhalde bu
düşünceye hemen herkes katılacaktır. Hele ki anlatılan hikaye
gerçekleşemeyecekse veya gerçekleştiği dünyanın burası olmadığından dem vuruluyorsa, bu inandırma meselesi için bir
nebze daha uğraşmak gerekiyor. Bu noktada gerçek ötesi anlatıları üretmenin
esasında daha zorlayıcı olduğu ve bilimkurgu veya fantezi yazarlarının aslında
daha prestijli olması gerektiğine dair bir iddia ortaya koyabilirim, ki bir
türü diğerinden üstün görme konusunu odağa alan Krizalitler metni üzerine kaleme aldığım bu yazının girişi için
oldukça manidar bir yargıda bulunmuş olurum!
Nihayet konuya girebilmişken, bahsi neden
Ursula LeGuin ile açtığımı açıklayayım: LeGuin’in yarattığı dünyaya insanı ikna
etmesinin kaynağında, karakterlerin insan olması, derinlemesine irdelenmesi
yatıyor kanaatindeyim. Bir başka özgün yanı ise, özellikle bir bilimkurgu
yazarı olarak onu diğer bilimkurguculardan ayıran yanıdır aynı zamanda,
kurgusunun arkaplanındaki ‘bilim’in bir pozitif bilimden ziyade insan bilimi
olmasıdır. Margaret Atwood Başka Dünyalar derlemesinde LeGuin’in
kocasının tarihçi, babasının ise antropolog olmasının, yazarın üretim sürecini etkilediğini
iddia eder; Ursula LeGuin ise en azından babasıyla ilgili kısmı doğrular
gibidir, yazarlığı üzerine kaleme aldığı bir metinde, babasının dünya
üzerindeki farklı kültürler üzerine çalıştığını, kendisininse farklı kültürler
yarattığını ifade eder. İşte bu farklı kültürler oluşturma ve antropoloji
merkezli, dolayısıyla insanın derinindeki özelliklerine vurgu yapan nitelikte
bir bilimkurgu eseri yazma konusunda, John Wyndham beni son zamanlarda hakiki
manada etkilemiş olan yazar; en azından henüz tek kitabını okumuş olmam
nedeniyle, neredeyse Karanlığın Sol Eli
veya Cesur Yeni Dünya gibi, kült
olduğu kadar kişisel tarihimde büyük öneme sahip romanlara yaklaşacak ölçüde
hayran olduğum, okurken bir yazar olarak ‘kıskandığım’ Krizalitler eserinin yazarı.
Krizalitler, 1955’te İngiltere’de yayımlanmış ve daha evvel Türkçe’de Yankı yayınları
aracılığıyla basılmış; bugün yeniden gündeme gelmesinin sebebiyse halihazırda
taze bir yayınevi olan, ancak yayınladığı Terry Pratchett, Patrick Ness gibi
usta yazarların gerçek ötesi eserleriyle de ilgiyle takip ettiğimiz yayınevleri
arasına giren, şimdiden uzun ve nitelikli bir yol kat etmiş Delidolu’nun Niran
Elçi çevirisiyle eseri yeniden yayımlamış olması.
Eserin
yazıldığı/yayımlandığı tarih son derece önemli, çünkü eserlerin üretildikleri
dönemin hakim ideolojisinin, yazıldığı ortamdaki gündelik tutumların etkisi
elbette ki eserin içeriğine, diline, üslubuna sirayet etmek durumunda. Krizalitler de, ırkçılığın yıkıcı
etkisiyle şekillenen 1950’ler dünyasının bir ürünü olarak farklılıklara
tahammülsüzlüğü merkeze alan bir yapıt. Ana karakter David’in gözünden,
çocukluğundan gençliğine bir süreci aktardığı yapıtın daha ilk bölümünde, altı
parmaklı Sophie’nin normal-dışı varlığının yasaklığı ve bu normallik dışı
durumun yaratacağı muhtemel tehlikenin ehemmiyetiyle içine girdiğimiz anlatı,
yoğun bir Hristiyanlık inancının hüküm sürdüğü ortamda, Arı bir ırkın tahakkümü
ve tüm diğer Sapkın türlerin dışlanmasıyla ürkütücü bir distopyanın atmosferini
oluşturur. Metnin ilerleyişi içerisinde başlangıçta tam olarak anlaşılmayan
ancak zamanla anlatının merkezini oluşturan zihinsel iletişim meselesi ise,
herhangi bir telepati yeteneğinin ötesinde bir başka ırkın habercisi gibidir...
Alex amcanın altını çizdiği gibi, acaba her ırk kendisinin Kadim insanlara
yakın olduğunu ve Tanrının gerçek suretinin bir yansıması olduğunu düşünüp,
kendisine benzemeyen ‘öteki’leri dışlıyor, onları yok etme amacı mı güdüyordur;
işte bu sorunun cevabı, aslında kitabı okumak üzere bir itki oluştursa da,
cevabı verecek olan karakter David veya yazarı Wyndham değil de, okur olarak
ayrı ayrı hepimiziz herhalde.
Sapkın
Sophie’nin sırrını paylaşarak büyük bir tehlikeye girdiğini fark etmeyen küçük
David (kurgunun başlarında 10 yaşında olan çocuk, metnin sonuna vardığımızda
ilkgençlik çağlarındadır), içinde yaşadığı dünyanın tersliğini ve kendisindeki
farklılığı Harriet teyzesinin başına gelenlerin kendisinde yarattığı derin
üzüntüden sonra ayrımsar. Sapkın türler hakkında saptamada bulunan ve onların
sonunu getirerek kendi kusursuz saflığını korumayı kendine ilke edinmiş olan
dindar ve aynı zamanda vaiz bir adamın oğlu olan David’in annesi de son derece
dindar ve Irkına, Arılığa, Kanunlara bağlı bir kadındır. Öyle ki, öz kızkardeşi
Harriet’in dünyaya getirdiği ‘kusurlu’ bebeğin ortadan kaldırılması gereği konusunda
herhangi bir sorgulamaya gerek duymaz ve kızkardeşi veya yeğeninin cezasını
bulması konusunda hiçbir tereddüt yaşamaz. Saflıklarını korumak için
acımasızlaşan bu insanlar, sadece Nazi Almanyasını veya herhangi bir ırkçı
dönemi/ortamı/ülkeyi anımsatmamakta, aynı zamanda mantıkdışı bir gerçekliğin
yaratılması ve buna insanların koşulsuz-şartsız-sorgusuz-sualsiz iman edip
kendi sahip oldukları düşüncenin dışında herhangi bir düşünceyi hiçbir şekilde
kabul edememeleri, varlığına tahammül dahi edememeleri noktasında günümüz
gerçekliğini ve güncel çıkmazlarımızı da hatırlatmaktadır. ‘Nasıl olur da bir
insan böyle davranır?’, ‘Nasıl olur da bu kadar irrasyonel bir şey insanların
doktrini olabilir?’, ‘İnsan nasıl bu kadar acımasızlaşır?’ gibi büyük ve insanın
varolduğu andan bu yana bir şekilde güncelliğini –ne yazık ki- koruyan
soruların her birini defalarca sorduran metinde, Joseph ile Harriet’in
inandıkları aynı tek Tanrıya dua etme biçimlerinin farklılığı bile, esasında
bugün yaşadığımız coğrafyadaki çatışmaları yorumlama biçimimiz veya iki farklı
ideolojiye sahip gazetede aynı haberin yorumlanma biçiminin inanılmaz ayrımı
açısından son derece benzer özellikleri barındırmaktadır. Joseph, Sapkın bir
bebeği dünyaya getirme cüretini gösteren Harriet’in, dünyaya getirdiği bebeğin
günahı için Tanrıya tövbe etmesi gerektiğini düşünürken, Harriet Tanrıya “zayıflara acıma, mutsuzlara ve talihsizlere
sevgi getirmesi için” dua eder ve “bedenindeki
küçücük bir leke yüzünden bir çocuğun acı çekmesinin ve ruhunun lanetlenmesinin
gerçekten de onun buyruğu mu olduğunu soracağı”nı ifade eder. Çingenelerin,
engellilerin, farklı dine mensup insanların katledildiği bir geçmişten, farklı
etnik kökendeki pek çoğunun halihazırda kabul görmediği, mezhep çatışmalarının
durdurak tanımadığı ve hala bağzılarının
‘daha eşit’ olduğu günümüze, insanlığa dair çok temel soru ve sorunların
vurgulandığı bu yapıtın farklı konularda farklı meseleleri pek çok boyutuyla
ele almamıza zemin yarattığı kesin. Bunun ötesinde, özellikle tahammülsüzlük, itaat,
boyun eğme, özgürlük, eşitlik kavramlarını yeniden ve yeniden sorgulatması da
kurgunun derinliğinin ispatı.
Kitabın
çocukların gözünden aktarılması ve hatta belli bir noktadan sonra gençlerin
aralarına yeni katılan bir çocukla diyalog kurmaları ise, hakikaten çocukluğun
saflığını, hakiki saflık ve masumiyeti göz önüne seren bir başka önemli
ayrıntı. Son bölümlere doğru David ile kızkardeşi Petra arasında geçen bir
diyalogda, Petra’nın sorduğu “Neden
bizden korksunlar ki? Biz onlara zarar vermiyoruz” sorusunun masumluğunun
karşısında insanların zalimliğinin gerçekliği ve fakat çocuk Petra’nın inatla
–ama samimiyetle- “Neden olduğunu
anlamıyorum” şeklinde diretmesi, aslında hani o çok basit ama gerçek olan
düşüncenin, katilin, tecavüzcünün, zalim politikacının, faşistin de bir
zamanlar ‘masum’ bir çocuk olduğunun hatırlatıcısı. Birisi kabul edilemez bir
yanlış davranışta bulunduğunda onun ‘insan olmadığını’ iddia ederiz veya
işkencenin ‘insanlık dışılığını’ vurgularız ama insana dair olanın içinde
işkencenin, zulmün, acının daimi varoluşunu da biliriz ya; aslında hakikaten
‘insan’ın ne’liği üzerine uzun uzadıya düşünmemiz gereğini, savaşın da insanlık
tarihinin ana belirleyicisi olduğunun altının çizilmesinin gerektiğini
söyleriz; işte tüm bu derin, temel ve tükenmeyecek tartışmaların kaynağını
ortaya koyan bir metin bu ve sırf düşünsel arkaplanıyla dahi yeterince önemli
ve elbette ki dikkate şayan.
Tüm
bunların ötesinde, birey olmaya dair, insanın bir şeyden kaçtığında mutlu olmayacağı ama yöneldiği şeyin ne olduğuna
karar verdiği takdirde içinde bulunduğu eylemin anlamlı olduğuna dair
iddiasıyla insanın hayatındaki kişisel amaçların da önemini vurgulayan kitabın,
bir başka özelliği, derinlikli karakteri ve itinayla yaratılmış atmosferinin
yanısıra, zengin betimlemeleri ve güçlü edebi anlatımı. Yaşadıkları coğrafyanın
dışındaki Sapkınlıklardan korkarak hayatını geçiren, Karatopraklarda ölümden ve
şeytanın yansımasından başka varoluşun olmadığını, herhangi bir varoluşun olamayacağını
düşünen Arı ırkın dışında bir tür olan ortak-düşünüşlü yeni insan tipi,
kendilerinden birini kendi elleriyle yok etmeleri gerektiğinde, sebepsiz bir
kötülüğü kabullenmez bile ve bu durum şöyle bir diyalog ile dile gelir: “Tek alternatifi başınızın üzerinde sallanan
bir kılıçla yaşamanız”, buradaki kasıt kendilerinden olanı öldürmemeleri
halinde, başkaları tarafından yok edilme tehditiyle yaşamayı sürdürmekken,
verilen yanıt şu şekildedir; “Ama doğru
yol bu değil. Kalbimizde bir kılıç daha kötü olur.” Sırf bu bile esasında
Wyndham’ın insan olmaya dair ne düşündüğünün bir ifadesi niteliğindedir. İnsan
olmak, bir yere ait olmak, farklılığının bilinciyle ve her şeye rağmen
varolmayı denemek, ötekiliğiyle başa çıkmak, ancak ve ancak fedakarlıkla,
inançla, biraradalığın gücüyle mümkün olmaktadır. Öte yandan unutulmaması
gereken, hiçbir şeyin kati ve kesin bir mükemmeliyet arz etmediği, sabitliğin gerçek
tehdit unsuru yarattığı, intikamın veya durduk yere birisine, bir şeye zarar
vermenin yeni bir zarar ve/veya yıkımdan başka getirisinin olmadığıdır.
Deniz
ülkesi halkının yaşam dolu bir düşünce-resmi yaratıcısından, yeni bir hayatın
umuduyla yaşayan ve yeni bir hayat yaratmaya dair bize de gerekli teşviği
vermesini beklediğim kadın karakterden alıntıyla; “Yaşam değişimdir, taşlardan farkı budur, değişim yaşamın doğasında
vardır (...) Canlı varlıklar evrime meydan okurlarsa kendilerini tehlikeye
atarlar; eğer uyum sağlamazsa yok olurlar. Gelişimini tamamlamış insan fikri
çok büyük bir kibirdir. Bitmiş suret, günahkar bir efsanedir.”
Dine,
varoluşa, bireysel farklılıklara, toplum olmaya, topluma ait hissetmeye,
kanuna, cezaya, işkenceye, düzene, hatta aşka, diyaloga, insanların derinine
nüfuz etmeye, kendinden başkasına kendinin ne kadarını açabileceğine dair,
belli bir grubun diğerini nasıl öteki kıldığı ve herkesin ancak kendi durduğu
yerden ve pek tabii taraflı olarak her şeyi algılayıp yorumlayabilmesine dair,
geçmişi ve günümüzü yoğun eleştirilere tabi tutan ve insanlığımızı, insan
olmayı, yaşamayı, değişimi, başka dünyaları sorgulayan muazzam bir kitap bu!
Sadece bilimkurgunun değil, edebiyatın kült eseri olmalı bence, 1950’lerden
bugüne hiçbir şeyin değişmediğini üzülerek görmemize yol açsa da, bugünden
yarına anbean yaşadığımız değişime yön vermemiz adına bize içimizdeki özü
hatırlatması gereği, umut dolu bir yapıt aynı zamanda. Tekrar yayımlanmış ve
erişilebilir olması, Türkiye yazını adına büyük ‘nimet’, her kimsek ve neye
inanıyorsak...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder