2 Mart 2016 Çarşamba

"Yaşam Değişimdir"

 
Bilimkurgunun Prestiji ve "Krizalitler" Üzerine Bir Deneme
 

Fantastik kurgu ve bilimkurgu gibi gerçeklik dışı türleri ‘prestijli’ görmeyen, gerçeklikten bahsetmeyen metinlerin ‘boş iş’ olduğunu düşünüp, bunları okumayı ‘vakit kaybı’ olarak nitelendiren ‘yüksek’ edebiyat tutkunu insanların dahi Ursula LeGuin’in eserlerine saygı duyması oldum olası ilgimi çekmiştir. Ursula’nın yaratılarını ben de, gerçek dışı türlerin tutkunu bir insan olarak başka yerde görür, her şeyden ayrı tutarım; yeni çıkan, yeni çevrilen veya tekrar çevrilen, tekrar baskı yapan eserleri ne kadar takip edersem edeyim, Ursula’nın yeri ayrıdır ve özellikle Karanlığın Sol Eli gibi bir yapıtı tekrar tekrar okumak, benim açımdan yeni eserlerin takibinden daha ayrı öneme sahiptir.

Peki Ursula LeGuin, neden bu türlere ilgi duymayan insanlar için bile prestijlidir? Şüphesiz ki edebi derinliğinden, karakter yaratma becerisinden ve en önemlisi, fantastik türe ilgi duymayan okuru çekmesinin kaynağındaki sebep de belki bu olsa gerek, yarattığı yeni dünyaya dair ortaya koyduklarının ikna ediliciğinden. Herhangi bir türde üretilen eserin ikna ediciliği, eserin okuru kendi dünyasına çekmesi zaten kurmacanın ne kadar başarılı olduğunun bir göstergesi. Yazar ancak okuru, yarattığı karaktere, olaya, mekana, zamana ikna edebildiği, anlattığı olaya bir şekilde inandırabildiği oranda iyi bir eser ortaya koymakta; herhalde bu düşünceye hemen herkes katılacaktır. Hele ki anlatılan hikaye gerçekleşemeyecekse veya gerçekleştiği dünyanın burası olmadığından dem vuruluyorsa, bu inandırma meselesi için bir nebze daha uğraşmak gerekiyor. Bu noktada gerçek ötesi anlatıları üretmenin esasında daha zorlayıcı olduğu ve bilimkurgu veya fantezi yazarlarının aslında daha prestijli olması gerektiğine dair bir iddia ortaya koyabilirim, ki bir türü diğerinden üstün görme konusunu odağa alan Krizalitler metni üzerine kaleme aldığım bu yazının girişi için oldukça manidar bir yargıda bulunmuş olurum!

Nihayet konuya girebilmişken, bahsi neden Ursula LeGuin ile açtığımı açıklayayım: LeGuin’in yarattığı dünyaya insanı ikna etmesinin kaynağında, karakterlerin insan olması, derinlemesine irdelenmesi yatıyor kanaatindeyim. Bir başka özgün yanı ise, özellikle bir bilimkurgu yazarı olarak onu diğer bilimkurguculardan ayıran yanıdır aynı zamanda, kurgusunun arkaplanındaki ‘bilim’in bir pozitif bilimden ziyade insan bilimi olmasıdır. Margaret Atwood Başka Dünyalar derlemesinde LeGuin’in kocasının tarihçi, babasının ise antropolog olmasının, yazarın üretim sürecini etkilediğini iddia eder; Ursula LeGuin ise en azından babasıyla ilgili kısmı doğrular gibidir, yazarlığı üzerine kaleme aldığı bir metinde, babasının dünya üzerindeki farklı kültürler üzerine çalıştığını, kendisininse farklı kültürler yarattığını ifade eder. İşte bu farklı kültürler oluşturma ve antropoloji merkezli, dolayısıyla insanın derinindeki özelliklerine vurgu yapan nitelikte bir bilimkurgu eseri yazma konusunda, John Wyndham beni son zamanlarda hakiki manada etkilemiş olan yazar; en azından henüz tek kitabını okumuş olmam nedeniyle, neredeyse Karanlığın Sol Eli veya Cesur Yeni Dünya gibi, kült olduğu kadar kişisel tarihimde büyük öneme sahip romanlara yaklaşacak ölçüde hayran olduğum, okurken bir yazar olarak ‘kıskandığım’ Krizalitler eserinin yazarı.

Krizalitler, 1955’te İngiltere’de yayımlanmış ve daha evvel Türkçe’de Yankı yayınları aracılığıyla basılmış; bugün yeniden gündeme gelmesinin sebebiyse halihazırda taze bir yayınevi olan, ancak yayınladığı Terry Pratchett, Patrick Ness gibi usta yazarların gerçek ötesi eserleriyle de ilgiyle takip ettiğimiz yayınevleri arasına giren, şimdiden uzun ve nitelikli bir yol kat etmiş Delidolu’nun Niran Elçi çevirisiyle eseri yeniden yayımlamış olması.

Eserin yazıldığı/yayımlandığı tarih son derece önemli, çünkü eserlerin üretildikleri dönemin hakim ideolojisinin, yazıldığı ortamdaki gündelik tutumların etkisi elbette ki eserin içeriğine, diline, üslubuna sirayet etmek durumunda. Krizalitler de, ırkçılığın yıkıcı etkisiyle şekillenen 1950’ler dünyasının bir ürünü olarak farklılıklara tahammülsüzlüğü merkeze alan bir yapıt. Ana karakter David’in gözünden, çocukluğundan gençliğine bir süreci aktardığı yapıtın daha ilk bölümünde, altı parmaklı Sophie’nin normal-dışı varlığının yasaklığı ve bu normallik dışı durumun yaratacağı muhtemel tehlikenin ehemmiyetiyle içine girdiğimiz anlatı, yoğun bir Hristiyanlık inancının hüküm sürdüğü ortamda, Arı bir ırkın tahakkümü ve tüm diğer Sapkın türlerin dışlanmasıyla ürkütücü bir distopyanın atmosferini oluşturur. Metnin ilerleyişi içerisinde başlangıçta tam olarak anlaşılmayan ancak zamanla anlatının merkezini oluşturan zihinsel iletişim meselesi ise, herhangi bir telepati yeteneğinin ötesinde bir başka ırkın habercisi gibidir... Alex amcanın altını çizdiği gibi, acaba her ırk kendisinin Kadim insanlara yakın olduğunu ve Tanrının gerçek suretinin bir yansıması olduğunu düşünüp, kendisine benzemeyen ‘öteki’leri dışlıyor, onları yok etme amacı mı güdüyordur; işte bu sorunun cevabı, aslında kitabı okumak üzere bir itki oluştursa da, cevabı verecek olan karakter David veya yazarı Wyndham değil de, okur olarak ayrı ayrı hepimiziz herhalde.

Sapkın Sophie’nin sırrını paylaşarak büyük bir tehlikeye girdiğini fark etmeyen küçük David (kurgunun başlarında 10 yaşında olan çocuk, metnin sonuna vardığımızda ilkgençlik çağlarındadır), içinde yaşadığı dünyanın tersliğini ve kendisindeki farklılığı Harriet teyzesinin başına gelenlerin kendisinde yarattığı derin üzüntüden sonra ayrımsar. Sapkın türler hakkında saptamada bulunan ve onların sonunu getirerek kendi kusursuz saflığını korumayı kendine ilke edinmiş olan dindar ve aynı zamanda vaiz bir adamın oğlu olan David’in annesi de son derece dindar ve Irkına, Arılığa, Kanunlara bağlı bir kadındır. Öyle ki, öz kızkardeşi Harriet’in dünyaya getirdiği ‘kusurlu’ bebeğin ortadan kaldırılması gereği konusunda herhangi bir sorgulamaya gerek duymaz ve kızkardeşi veya yeğeninin cezasını bulması konusunda hiçbir tereddüt yaşamaz. Saflıklarını korumak için acımasızlaşan bu insanlar, sadece Nazi Almanyasını veya herhangi bir ırkçı dönemi/ortamı/ülkeyi anımsatmamakta, aynı zamanda mantıkdışı bir gerçekliğin yaratılması ve buna insanların koşulsuz-şartsız-sorgusuz-sualsiz iman edip kendi sahip oldukları düşüncenin dışında herhangi bir düşünceyi hiçbir şekilde kabul edememeleri, varlığına tahammül dahi edememeleri noktasında günümüz gerçekliğini ve güncel çıkmazlarımızı da hatırlatmaktadır. ‘Nasıl olur da bir insan böyle davranır?’, ‘Nasıl olur da bu kadar irrasyonel bir şey insanların doktrini olabilir?’, ‘İnsan nasıl bu kadar acımasızlaşır?’ gibi büyük ve insanın varolduğu andan bu yana bir şekilde güncelliğini –ne yazık ki- koruyan soruların her birini defalarca sorduran metinde, Joseph ile Harriet’in inandıkları aynı tek Tanrıya dua etme biçimlerinin farklılığı bile, esasında bugün yaşadığımız coğrafyadaki çatışmaları yorumlama biçimimiz veya iki farklı ideolojiye sahip gazetede aynı haberin yorumlanma biçiminin inanılmaz ayrımı açısından son derece benzer özellikleri barındırmaktadır. Joseph, Sapkın bir bebeği dünyaya getirme cüretini gösteren Harriet’in, dünyaya getirdiği bebeğin günahı için Tanrıya tövbe etmesi gerektiğini düşünürken, Harriet Tanrıya “zayıflara acıma, mutsuzlara ve talihsizlere sevgi getirmesi için” dua eder ve “bedenindeki küçücük bir leke yüzünden bir çocuğun acı çekmesinin ve ruhunun lanetlenmesinin gerçekten de onun buyruğu mu olduğunu soracağı”nı ifade eder. Çingenelerin, engellilerin, farklı dine mensup insanların katledildiği bir geçmişten, farklı etnik kökendeki pek çoğunun halihazırda kabul görmediği, mezhep çatışmalarının durdurak tanımadığı ve hala bağzılarının ‘daha eşit’ olduğu günümüze, insanlığa dair çok temel soru ve sorunların vurgulandığı bu yapıtın farklı konularda farklı meseleleri pek çok boyutuyla ele almamıza zemin yarattığı kesin. Bunun ötesinde, özellikle tahammülsüzlük, itaat, boyun eğme, özgürlük, eşitlik kavramlarını yeniden ve yeniden sorgulatması da kurgunun derinliğinin ispatı.

Kitabın çocukların gözünden aktarılması ve hatta belli bir noktadan sonra gençlerin aralarına yeni katılan bir çocukla diyalog kurmaları ise, hakikaten çocukluğun saflığını, hakiki saflık ve masumiyeti göz önüne seren bir başka önemli ayrıntı. Son bölümlere doğru David ile kızkardeşi Petra arasında geçen bir diyalogda, Petra’nın sorduğu “Neden bizden korksunlar ki? Biz onlara zarar vermiyoruz” sorusunun masumluğunun karşısında insanların zalimliğinin gerçekliği ve fakat çocuk Petra’nın inatla –ama samimiyetle- “Neden olduğunu anlamıyorum” şeklinde diretmesi, aslında hani o çok basit ama gerçek olan düşüncenin, katilin, tecavüzcünün, zalim politikacının, faşistin de bir zamanlar ‘masum’ bir çocuk olduğunun hatırlatıcısı. Birisi kabul edilemez bir yanlış davranışta bulunduğunda onun ‘insan olmadığını’ iddia ederiz veya işkencenin ‘insanlık dışılığını’ vurgularız ama insana dair olanın içinde işkencenin, zulmün, acının daimi varoluşunu da biliriz ya; aslında hakikaten ‘insan’ın ne’liği üzerine uzun uzadıya düşünmemiz gereğini, savaşın da insanlık tarihinin ana belirleyicisi olduğunun altının çizilmesinin gerektiğini söyleriz; işte tüm bu derin, temel ve tükenmeyecek tartışmaların kaynağını ortaya koyan bir metin bu ve sırf düşünsel arkaplanıyla dahi yeterince önemli ve elbette ki dikkate şayan.

Tüm bunların ötesinde, birey olmaya dair, insanın bir şeyden kaçtığında mutlu  olmayacağı ama yöneldiği şeyin ne olduğuna karar verdiği takdirde içinde bulunduğu eylemin anlamlı olduğuna dair iddiasıyla insanın hayatındaki kişisel amaçların da önemini vurgulayan kitabın, bir başka özelliği, derinlikli karakteri ve itinayla yaratılmış atmosferinin yanısıra, zengin betimlemeleri ve güçlü edebi anlatımı. Yaşadıkları coğrafyanın dışındaki Sapkınlıklardan korkarak hayatını geçiren, Karatopraklarda ölümden ve şeytanın yansımasından başka varoluşun olmadığını, herhangi bir varoluşun olamayacağını düşünen Arı ırkın dışında bir tür olan ortak-düşünüşlü yeni insan tipi, kendilerinden birini kendi elleriyle yok etmeleri gerektiğinde, sebepsiz bir kötülüğü kabullenmez bile ve bu durum şöyle bir diyalog ile dile gelir: “Tek alternatifi başınızın üzerinde sallanan bir kılıçla yaşamanız”, buradaki kasıt kendilerinden olanı öldürmemeleri halinde, başkaları tarafından yok edilme tehditiyle yaşamayı sürdürmekken, verilen yanıt şu şekildedir; “Ama doğru yol bu değil. Kalbimizde bir kılıç daha kötü olur.” Sırf bu bile esasında Wyndham’ın insan olmaya dair ne düşündüğünün bir ifadesi niteliğindedir. İnsan olmak, bir yere ait olmak, farklılığının bilinciyle ve her şeye rağmen varolmayı denemek, ötekiliğiyle başa çıkmak, ancak ve ancak fedakarlıkla, inançla, biraradalığın gücüyle mümkün olmaktadır. Öte yandan unutulmaması gereken, hiçbir şeyin kati ve kesin bir mükemmeliyet arz etmediği, sabitliğin gerçek tehdit unsuru yarattığı, intikamın veya durduk yere birisine, bir şeye zarar vermenin yeni bir zarar ve/veya yıkımdan başka getirisinin olmadığıdır.

Deniz ülkesi halkının yaşam dolu bir düşünce-resmi yaratıcısından, yeni bir hayatın umuduyla yaşayan ve yeni bir hayat yaratmaya dair bize de gerekli teşviği vermesini beklediğim kadın karakterden alıntıyla; “Yaşam değişimdir, taşlardan farkı budur, değişim yaşamın doğasında vardır (...) Canlı varlıklar evrime meydan okurlarsa kendilerini tehlikeye atarlar; eğer uyum sağlamazsa yok olurlar. Gelişimini tamamlamış insan fikri çok büyük bir kibirdir. Bitmiş suret, günahkar bir efsanedir.”

Dine, varoluşa, bireysel farklılıklara, toplum olmaya, topluma ait hissetmeye, kanuna, cezaya, işkenceye, düzene, hatta aşka, diyaloga, insanların derinine nüfuz etmeye, kendinden başkasına kendinin ne kadarını açabileceğine dair, belli bir grubun diğerini nasıl öteki kıldığı ve herkesin ancak kendi durduğu yerden ve pek tabii taraflı olarak her şeyi algılayıp yorumlayabilmesine dair, geçmişi ve günümüzü yoğun eleştirilere tabi tutan ve insanlığımızı, insan olmayı, yaşamayı, değişimi, başka dünyaları sorgulayan muazzam bir kitap bu! Sadece bilimkurgunun değil, edebiyatın kült eseri olmalı bence, 1950’lerden bugüne hiçbir şeyin değişmediğini üzülerek görmemize yol açsa da, bugünden yarına anbean yaşadığımız değişime yön vermemiz adına bize içimizdeki özü hatırlatması gereği, umut dolu bir yapıt aynı zamanda. Tekrar yayımlanmış ve erişilebilir olması, Türkiye yazını adına büyük ‘nimet’, her kimsek ve neye inanıyorsak...