Türkiye’deki eğitim sisteminin bozukluğu yediden yetmişe, yoksuldan elite, burjuvadan cahile herkesin diline pelesenk olmuştur. ‘Sistem’ problemlidir, bunun üzerine tartışılmaz bile. Belki belli başlı kıyaslamalar sonucunda merkezi sınavların nispeten eşitsizliği ortadan kaldırıcı olduğu söylenebilir, ezberci sistemin öğretici olmadığı vurgulansa da kötünün iyisi olarak sineye çekilir, bir şekilde bu bozuk olduğu şüphe götürmez sistem kabul edilir, içerisinde yaşanıp gidilir. Çok sorgulayıp çocuğunu okula göndermemeyi seçmiş nadir insanlar, farklı gerekçelerle pişmanlığını açıklar. Çünkü eğitim veren kurumlar, sadece öğretici değil, aynı zamanda toplumsallaştırıcıdır. Aidiyet sağlayan, kurduğumuz ilişkilerde ortaklık yaratan mevzuların başında okul hayatı, okul anıları gelir. Okulsuz da, eğitimsiz de olmaz. Halihazırda daha tercih edilir seçenekler azınlıktadır. Ya mevcut kurumlar iyileştirilmeye, ‘başka okulların mümkünlüğü’ne inanç çerçevesinde, çalışılır; ya da… konu üzerine okunup yazılır, fikir yürütülür, tartışılır.
Özellikle
çocuk edebiyatına eğilmeye başladığımdan beri, eğitim konusu daha çok
ilgimi çekiyor. Montessori metodu üzerine okuyorum, anarşist bir annenin
çocuğunu kendi yöntemiyle eğittiği süreci tariflediği kitabı başucu kitabım
yapıyorum, öğretmen arkadaşlarımla farklı boyutlarda diyalog kurmaya çalışıyor,
davet edildiğim okullarda söyleşilere katıldığımda çocukların okulla kurdukları
bağı anlamaya çalışıp, tecrübelerimle karşılaştırıp kendimce sağlamasını
yapıyorum. Ben okuma-yazmayı erken öğrenip, okula gitmek için yalvaran bir
çocukmuşum. Hatırlıyorum, oturduğumuz apartmanın hemen karşısındaki anaokuluna
elimi sallayıp ‘arkadaşlarım, öğretmenlerim!’ diye sayıkladığımı… Fakat okulun,
sistemin bir parçası haline geldikten sonra bu durum tersine dönmüştü, her gün
‘ne işim var burada?’ sorusunu soran, fırsat buldukça okuldan kaçan ‘serseri’
öğrenciye dönüşmem zor olmadı. Üniversiteye, akademiye duyduğum ilgi ise, müzmin
öğrenci olmam noktasında yeni kararlar almama yol açtı. Hocalık kavramı üzerine
düşünmem ve hakiki hocalarla –ne mutlu ki- karşılaşmam da genellikle üniversite
yıllarıma rastladı diyebilirim.
Eğitim üzerine düşününce önce sistemi,
yöntemi, sonrasında kurumu düşünüyorum gördüğünüz gibi, ‘hocalık’ aklıma son
gelen kısım oluyor. Halbuki yöntem bizatihi hoca tarafından kuruluyor veya hoca
ile öğrenen arasındaki karşılıklı etkileşimle yeni bir yöntem inşa ediliyor –
en azından arzu edilenin, idealize olanın bu olduğunu kabaca/genelleyerek iddia
etmemiz mümkün. Ranciere ise, zihinsel özgürleşmeyi konu edindiği eserinde,
okullardan veya sistemin kendisinden önce ‘hoca’ya, eğitici figürüne değinerek,
olaya aslında tam özünden yaklaşmakta. Dilimize geçen senenin sonlarına doğru çevrilen,
Metis etiketiyle raflarda olan ‘Cahil Hoca’ taşıdığı Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders alt başlığıyla eğitimi zihinsel
özgürleşme süreci olarak tasavvur ettiği izlenimini baştan vermekte. Kitabın
girişinde, Joseph Jacotot’un yaşadığı rastlantısal olay anlatılmakta.
1800’lerde Jacotot, hiç Hollandaca bilmeyerek, tek kelime Fransızcası olmayan
Hollandalı çocuklara Fransızca öğrettiğinde, öğrenme eyleminin açıklamayla
uzaktan yakından ilgisi olmadığını, öğrenmenin öğreten değil öğrenen tarafından
gerçekleştirildiğini idrak edip bu uğurda aptallaştıran eğitimi yıkma gereğine
inanıyor. Ranciere’in zihinsel serüveni işte buradan başlamakta, ancak
açıklamak ‘yol göstermek’ yerine, yolu açan hocayla öğrenmenin imkanını konu
ediniyor metninde. ‘Hoca, arayanı onun
yolunda tutar’ cümlesiyle, hocanın esasında güncel bir tabirle
‘danışman/danışılan’ olması gerektiğini ifade etmekte. Cahil Hoca’nın ilk
bölümlerini okurken hep Hermann Hesse’in Siddhartha’sı geldi aklıma. Her insana
özgü bir yolun varlığının olduğu, herkesin deneyiminin özgün olduğunun bahsi…
Ranciere’in de bu özgünlüğe, herkes için ayrı bir metodun varlığının söz konusu
olabileceğinin bahsine değinmesini beklerken, konu farklılıktan ziyade
‘eşitlik’ kavramına odaklanmaya başladı.
Zihinsel özgürleşme, kitabın izleğini oluşturmakta,
yani kitabın konusu eğitimden ziyade özgürlüğün olanağı. Eşitlik mevzusu ise,
zihinler arasındaki hiyerarşinin eleştirisiyle gündeme geliyor. Bütün sosyal
bilimler tarihinin en çok üzerinde tartışılan iki kavramı olan özgürlük ve
eşitlik, hatta insanlık tarihinin müthiş bilinmezleri, çelişkili durumları mı
var yoksa birbirlerini beslemelerinin imkanı var mı, birini diğerine tercih
etmeli mi, hangisini seçmeli, gibi pek çok soru çerçevesinde ‘soyut’ toplumun
ideal kavramları, Ranciere’in çalışmasının ortasında durmakta. Ranciere’in eski
sisteme alternatif olarak ortaya koyduğu evrensel eğitim, isteyen herkesin her
şeyi yapabileceği düşüncesi etrafında şekillenmektedir. Zeka kavramını dikkat
ve arayışla, iradeyi ise kendi usulünce eyleme olarak gören bu anlayışta, her
bireyin farklı arayışları olması bir yana, herkes aradığını bulma konusunda
eşit güce, imkana sahiptir; dolayısıyla zekalar eşittir, bir zekanın bir
başkasına tabi kılınmadığı ortamda da aptallaşmanın yerini özgürleşme
alacaktır. Zekanın marifeti bilmek veya öğrenmek değil, eylemektir. Eylem
sadece eser ortaya koymak değil, aynı zamanda yapılan üzerine konuşmak,
iletişimde olmak anlamına gelir. İletişimin tarafları hoca olabileceği gibi,
öğrenci, sanatçı olabilmektedir; burada önemli olan yapılandan, yapılması arzu
edilenden söz etmek, anlattıkça karşılık bulmasını sağlamak, her iki zihnin de
birbirini azad etmesini ve karşılıklı etkileşimle eylemin gerçekleşmesini
mümkün kılmaktır. Eşitlik, her iki tarafın birbiriyle aynı düzeyde var olması,
zekayı yaratacak; zeka eylemi mümkün hale getirecektir.
Yapamamak, becerememek ise Ranciere’e göre
ancak bir kaçış, tembellik için yaratılan kılıftır ve kişi, yapamayacağını
söylediği anda hem karşısındakini hem kendi zihnini küçümsüyordur. Bu küçümseme
hali, toplumdaki bireylerin ayrı ayrı sorunu olarak karşımıza zekalar
arasındaki hiyerarşiyi koyar. Daima üstün zekadan daha üstün bir zeka, aşağı
zekanın tepeden bakacağı daha aşağı bir zeka mevcuttur. Bu mevcudiyeti
sağlayansa, genetik faktörler veya a priori olarak bulunan eşitsizlik hali
değil, insanların kendi arzularında var ettikleri eşitsizliktir, yapamamanın
eşitsizliği. Hocanın karşısındaki öğrenciyi küçümseyerek, yapamayacağını
düşünmesi ve zekasını aşağılaması da buna örnek verilebilir, kişinin kendisini
diğerinden aşağı görmesi de; elbette tersinden de bahsedebiliriz. Ranciere’in
deyişiyle şayet zekaların eşitliği toplumda söz konusu olabilseydi –bu gerçek
kabul edilseydi- kadın kocasına, yönetilen yöneticiye itaat edemez hale
gelirdi. Yani mevcut düzenin koruyucusu bu eşitsizliktir, toplumu
eşitsizliğiyle ayakta tutan güç, insanların birbirlerinin zekalarını aşağıda
görme, küçümseme gücüdür. Ranciere’in bu bahsi açtığı bölüme koyduğu isim dahi
altı çizilesi bir özettir zaten, mevcut toplumun tek sıfatla taridir: ‘Küçümseme toplumu.’
Evrensel eğitimin var olması, işte bu
küçümseme-aşağılama halinin terkiyle mümkündür. Bu hissin karşısında konumlanan
eşitlik kavramı, soyut bir kavram olan toplum adına gerçekdışı veya değersiz
addedilse dahi, tek tek şahıslar nazarında değerli, anlamlı ve gerçekleştiği
takdirde ‘gerçek’tir. Herkes eşitliği arzu eder, hatta dayanışma ağının
kuvvetli olduğu toplumlarda eşitlik, özgürlüğe yeğ tutulur. Hangisinin daha
kıymetli olduğu tartışmaları bir yana, Ranciere bu iki kavramı ele alırken,
harika bir bağlantıyla, özgürlüğün ancak eşit olmanın öğrenilmesiyle olanaklı
olduğunu vurgulamaktadır. Evrensel eğitim için eşitlik gereklidir, eşitlik
kavramı ancak akılla mümkündür ve aklın kullanımı eylemekten geçer, eylem ise zihinsel özgürleşmeyle sağlanır. Denklemin sağlam olduğu söylenebilir ama
olanakları tartışmaya açıktır. Ranciere de bunun farkındadır, her
cümlesinde aynı iyimserliği taşımadığı bir gerçek olsa da, eleştirel tutumunun
ardında yatan umut sürekli hissedilir. Eğitilen fakat özgürleşmeyen, bilgi
yüklenmiş bireyler yerine, cahil olsa da zihni özgürleşmiş insanların varlığını
tercih eden Ranciere, bu cismen hafif içerik açısından oldukça ağır ve
düşündürücü metninde, hakikati aramanın, arayış sürecinin öğreticiliğinin, hoca
ile öğrenci arasındaki zeka eşitliğinin, insanlar arası hiyerarşinin
manasızlığının altını çizmekle kalmaz, felsefe tarihine bulunduğu atıflarla
Sokratesçı yöntemin bahsiyle ama en çok ‘Kendini tanı’manın gerekliliği
mesajıyla siyasal, toplumsal, yöntem-bilimsel açıdan güncel olan pek çok soruya
cevap verir, sorunu ortaya koyar ve önerdiği çözümün imkanları üzerine
tartışmalara zemin hazırlar.
Teknolojinin geliştiği ve artık Telemak benzeri kitaplara ihtiyacın azaldığı, internet vasıtasıyla kesin olmayan bilgilerin arasında zihinsel 'depolanmanın' sağlanabilirliğinin kolaylaştığı günümüzde, hocanın sadece açıklayıcılığını değil, aynı zamanda aktarıcılığını yitirdiğini bile söyleyebiliriz. Hocanın bilgi düzeyinin, öğrencinin elindeki kutucuklarla bağlandığı ağ tarafından sınandığı, ancak ağdaki akışın sağlamasının pek zor yapıldığı bu yeni zamanda; bilgi, cehalet, eğitim, özgürlük, iletişim kavramlarının her birinin, özellikle birbirini etkiledikleri oranda özgürlük ve eşitlik 'idea'larının birlikte ve yeniden ele alınması, toplumdaki yansımalarının gerçekliği/gerçekdışılığı üzerine yapılması muhtemel tartışmalarla zihinsel özgürleşmenin olanaklarının günümüz dünyasında artıp artmadığının, artması için nasıl bir yol izlenebileceğinin düşünülmesi, herhalde her zamankinden daha fazla -ve giderek artan/artacak olan raddede- önem taşımaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder