3 Mayıs 2015 Pazar

Zihinsel Özgürleşmenin Olanakları Üzerine Düşünceler


Türkiye’deki eğitim sisteminin bozukluğu yediden yetmişe, yoksuldan elite, burjuvadan cahile herkesin diline pelesenk olmuştur. ‘Sistem’ problemlidir, bunun üzerine tartışılmaz bile. Belki belli başlı kıyaslamalar sonucunda merkezi sınavların nispeten eşitsizliği ortadan kaldırıcı olduğu söylenebilir, ezberci sistemin öğretici olmadığı vurgulansa da kötünün iyisi olarak sineye çekilir, bir şekilde bu bozuk olduğu şüphe götürmez sistem kabul edilir, içerisinde yaşanıp gidilir. Çok sorgulayıp çocuğunu okula göndermemeyi seçmiş nadir insanlar, farklı gerekçelerle pişmanlığını açıklar. Çünkü eğitim veren kurumlar, sadece öğretici değil, aynı zamanda toplumsallaştırıcıdır. Aidiyet sağlayan, kurduğumuz ilişkilerde ortaklık yaratan mevzuların başında okul hayatı, okul anıları gelir. Okulsuz da, eğitimsiz de olmaz. Halihazırda daha tercih edilir seçenekler azınlıktadır. Ya mevcut kurumlar iyileştirilmeye, ‘başka okulların mümkünlüğü’ne inanç çerçevesinde, çalışılır; ya da… konu üzerine okunup yazılır, fikir yürütülür, tartışılır.
          Özellikle çocuk edebiyatına eğilmeye başladığımdan beri, eğitim konusu daha çok ilgimi çekiyor. Montessori metodu üzerine okuyorum, anarşist bir annenin çocuğunu kendi yöntemiyle eğittiği süreci tariflediği kitabı başucu kitabım yapıyorum, öğretmen arkadaşlarımla farklı boyutlarda diyalog kurmaya çalışıyor, davet edildiğim okullarda söyleşilere katıldığımda çocukların okulla kurdukları bağı anlamaya çalışıp, tecrübelerimle karşılaştırıp kendimce sağlamasını yapıyorum. Ben okuma-yazmayı erken öğrenip, okula gitmek için yalvaran bir çocukmuşum. Hatırlıyorum, oturduğumuz apartmanın hemen karşısındaki anaokuluna elimi sallayıp ‘arkadaşlarım, öğretmenlerim!’ diye sayıkladığımı… Fakat okulun, sistemin bir parçası haline geldikten sonra bu durum tersine dönmüştü, her gün ‘ne işim var burada?’ sorusunu soran, fırsat buldukça okuldan kaçan ‘serseri’ öğrenciye dönüşmem zor olmadı. Üniversiteye, akademiye duyduğum ilgi ise, müzmin öğrenci olmam noktasında yeni kararlar almama yol açtı. Hocalık kavramı üzerine düşünmem ve hakiki hocalarla –ne mutlu ki- karşılaşmam da genellikle üniversite yıllarıma rastladı diyebilirim. 
Eğitim üzerine düşününce önce sistemi, yöntemi, sonrasında kurumu düşünüyorum gördüğünüz gibi, ‘hocalık’ aklıma son gelen kısım oluyor. Halbuki yöntem bizatihi hoca tarafından kuruluyor veya hoca ile öğrenen arasındaki karşılıklı etkileşimle yeni bir yöntem inşa ediliyor – en azından arzu edilenin, idealize olanın bu olduğunu kabaca/genelleyerek iddia etmemiz mümkün. Ranciere ise, zihinsel özgürleşmeyi konu edindiği eserinde, okullardan veya sistemin kendisinden önce ‘hoca’ya, eğitici figürüne değinerek, olaya aslında tam özünden yaklaşmakta. Dilimize geçen senenin sonlarına doğru çevrilen, Metis etiketiyle raflarda olan ‘Cahil Hoca’ taşıdığı Zihinsel Özgürleşme Üstüne Beş Ders alt başlığıyla eğitimi zihinsel özgürleşme süreci olarak tasavvur ettiği izlenimini baştan vermekte. Kitabın girişinde, Joseph Jacotot’un yaşadığı rastlantısal olay anlatılmakta. 1800’lerde Jacotot, hiç Hollandaca bilmeyerek, tek kelime Fransızcası olmayan Hollandalı çocuklara Fransızca öğrettiğinde, öğrenme eyleminin açıklamayla uzaktan yakından ilgisi olmadığını, öğrenmenin öğreten değil öğrenen tarafından gerçekleştirildiğini idrak edip bu uğurda aptallaştıran eğitimi yıkma gereğine inanıyor. Ranciere’in zihinsel serüveni işte buradan başlamakta, ancak açıklamak ‘yol göstermek’ yerine, yolu açan hocayla öğrenmenin imkanını konu ediniyor metninde. ‘Hoca, arayanı onun yolunda tutar’ cümlesiyle, hocanın esasında güncel bir tabirle ‘danışman/danışılan’ olması gerektiğini ifade etmekte. Cahil Hoca’nın ilk bölümlerini okurken hep Hermann Hesse’in Siddhartha’sı geldi aklıma. Her insana özgü bir yolun varlığının olduğu, herkesin deneyiminin özgün olduğunun bahsi… Ranciere’in de bu özgünlüğe, herkes için ayrı bir metodun varlığının söz konusu olabileceğinin bahsine değinmesini beklerken, konu farklılıktan ziyade ‘eşitlik’ kavramına odaklanmaya başladı.
Zihinsel özgürleşme, kitabın izleğini oluşturmakta, yani kitabın konusu eğitimden ziyade özgürlüğün olanağı. Eşitlik mevzusu ise, zihinler arasındaki hiyerarşinin eleştirisiyle gündeme geliyor. Bütün sosyal bilimler tarihinin en çok üzerinde tartışılan iki kavramı olan özgürlük ve eşitlik, hatta insanlık tarihinin müthiş bilinmezleri, çelişkili durumları mı var yoksa birbirlerini beslemelerinin imkanı var mı, birini diğerine tercih etmeli mi, hangisini seçmeli, gibi pek çok soru çerçevesinde ‘soyut’ toplumun ideal kavramları, Ranciere’in çalışmasının ortasında durmakta. Ranciere’in eski sisteme alternatif olarak ortaya koyduğu evrensel eğitim, isteyen herkesin her şeyi yapabileceği düşüncesi etrafında şekillenmektedir. Zeka kavramını dikkat ve arayışla, iradeyi ise kendi usulünce eyleme olarak gören bu anlayışta, her bireyin farklı arayışları olması bir yana, herkes aradığını bulma konusunda eşit güce, imkana sahiptir; dolayısıyla zekalar eşittir, bir zekanın bir başkasına tabi kılınmadığı ortamda da aptallaşmanın yerini özgürleşme alacaktır. Zekanın marifeti bilmek veya öğrenmek değil, eylemektir. Eylem sadece eser ortaya koymak değil, aynı zamanda yapılan üzerine konuşmak, iletişimde olmak anlamına gelir. İletişimin tarafları hoca olabileceği gibi, öğrenci, sanatçı olabilmektedir; burada önemli olan yapılandan, yapılması arzu edilenden söz etmek, anlattıkça karşılık bulmasını sağlamak, her iki zihnin de birbirini azad etmesini ve karşılıklı etkileşimle eylemin gerçekleşmesini mümkün kılmaktır. Eşitlik, her iki tarafın birbiriyle aynı düzeyde var olması, zekayı yaratacak; zeka eylemi mümkün hale getirecektir.
Yapamamak, becerememek ise Ranciere’e göre ancak bir kaçış, tembellik için yaratılan kılıftır ve kişi, yapamayacağını söylediği anda hem karşısındakini hem kendi zihnini küçümsüyordur. Bu küçümseme hali, toplumdaki bireylerin ayrı ayrı sorunu olarak karşımıza zekalar arasındaki hiyerarşiyi koyar. Daima üstün zekadan daha üstün bir zeka, aşağı zekanın tepeden bakacağı daha aşağı bir zeka mevcuttur. Bu mevcudiyeti sağlayansa, genetik faktörler veya a priori olarak bulunan eşitsizlik hali değil, insanların kendi arzularında var ettikleri eşitsizliktir, yapamamanın eşitsizliği. Hocanın karşısındaki öğrenciyi küçümseyerek, yapamayacağını düşünmesi ve zekasını aşağılaması da buna örnek verilebilir, kişinin kendisini diğerinden aşağı görmesi de; elbette tersinden de bahsedebiliriz. Ranciere’in deyişiyle şayet zekaların eşitliği toplumda söz konusu olabilseydi –bu gerçek kabul edilseydi- kadın kocasına, yönetilen yöneticiye itaat edemez hale gelirdi. Yani mevcut düzenin koruyucusu bu eşitsizliktir, toplumu eşitsizliğiyle ayakta tutan güç, insanların birbirlerinin zekalarını aşağıda görme, küçümseme gücüdür. Ranciere’in bu bahsi açtığı bölüme koyduğu isim dahi altı çizilesi bir özettir zaten, mevcut toplumun tek sıfatla taridir: ‘Küçümseme toplumu.’
Evrensel eğitimin var olması, işte bu küçümseme-aşağılama halinin terkiyle mümkündür. Bu hissin karşısında konumlanan eşitlik kavramı, soyut bir kavram olan toplum adına gerçekdışı veya değersiz addedilse dahi, tek tek şahıslar nazarında değerli, anlamlı ve gerçekleştiği takdirde ‘gerçek’tir. Herkes eşitliği arzu eder, hatta dayanışma ağının kuvvetli olduğu toplumlarda eşitlik, özgürlüğe yeğ tutulur. Hangisinin daha kıymetli olduğu tartışmaları bir yana, Ranciere bu iki kavramı ele alırken, harika bir bağlantıyla, özgürlüğün ancak eşit olmanın öğrenilmesiyle olanaklı olduğunu vurgulamaktadır. Evrensel eğitim için eşitlik gereklidir, eşitlik kavramı ancak akılla mümkündür ve aklın kullanımı eylemekten geçer, eylem ise zihinsel özgürleşmeyle sağlanır. Denklemin sağlam olduğu söylenebilir ama olanakları tartışmaya açıktır. Ranciere de bunun farkındadır, her cümlesinde aynı iyimserliği taşımadığı bir gerçek olsa da, eleştirel tutumunun ardında yatan umut sürekli hissedilir. Eğitilen fakat özgürleşmeyen, bilgi yüklenmiş bireyler yerine, cahil olsa da zihni özgürleşmiş insanların varlığını tercih eden Ranciere, bu cismen hafif içerik açısından oldukça ağır ve düşündürücü metninde, hakikati aramanın, arayış sürecinin öğreticiliğinin, hoca ile öğrenci arasındaki zeka eşitliğinin, insanlar arası hiyerarşinin manasızlığının altını çizmekle kalmaz, felsefe tarihine bulunduğu atıflarla Sokratesçı yöntemin bahsiyle ama en çok ‘Kendini tanı’manın gerekliliği mesajıyla siyasal, toplumsal, yöntem-bilimsel açıdan güncel olan pek çok soruya cevap verir, sorunu ortaya koyar ve önerdiği çözümün imkanları üzerine tartışmalara zemin hazırlar.
Teknolojinin geliştiği ve artık Telemak benzeri kitaplara ihtiyacın azaldığı, internet vasıtasıyla kesin olmayan bilgilerin arasında zihinsel 'depolanmanın' sağlanabilirliğinin kolaylaştığı günümüzde, hocanın sadece açıklayıcılığını değil, aynı zamanda aktarıcılığını yitirdiğini bile söyleyebiliriz. Hocanın bilgi düzeyinin, öğrencinin elindeki kutucuklarla bağlandığı ağ tarafından sınandığı, ancak ağdaki akışın sağlamasının pek zor yapıldığı bu yeni zamanda; bilgi, cehalet, eğitim, özgürlük, iletişim kavramlarının her birinin, özellikle birbirini etkiledikleri oranda özgürlük ve eşitlik 'idea'larının birlikte ve yeniden ele alınması, toplumdaki yansımalarının gerçekliği/gerçekdışılığı üzerine yapılması muhtemel tartışmalarla zihinsel özgürleşmenin olanaklarının günümüz dünyasında artıp artmadığının, artması için nasıl bir yol izlenebileceğinin düşünülmesi, herhalde her zamankinden daha fazla -ve giderek artan/artacak olan raddede- önem taşımaktadır.