İlk defa böyle bir şey yaparak, geçtiğimiz dönem bir yüksek lisans dersim için yaptığım sunumun metnini ekliyorum. ''Teorik'' yazılardan olabildiğince kaçınacağım blogda, kitap tanıtımlarına yer verdiğim için ve bu kitabın da antropolojiye, sosyolojiye veya Latin Amerika yerlilerine değil, genel olarak insanların farklı kültürlerine kıyısından bile olsa ilgi duyan insanlara -ki buraya göz atması muhtemel insanların büyük çoğunluğunu kaplar zannederim- hitap edebileceğini düşündüğümden, tereddütsüz paylaşmak istedim. Tanıtımdan ziyade kitap ''özeti'' olmasına hiç bakmayın, çok daha fazlası için, kitabı kesinlikle edinin ve okuyun derim. Clastres'ın metni hem bir antrpoloji manifestosu, hem de farklı kültürlerde farklı hayatların mümkün olduğunun hatırlatmasıyla düşündüren, umut veren, yeni kapılar aralayan bir boyuta sahip. İlginizi, merakınızı uyandırması umuduyla...
I- Kopernik ve Vahşiler
Kitabın ilk
bölümünde Clastres, devletsiz toplumların, ‘ilerlemeci, gelişmiş, modern’
benzeri sıfatlarla andığımız devletli toplumlardan temel ayrımlarının neler
olduğunu anlatarak, iki toplum biçimi arasında genel bir karşılaştırma
yapmaktadır. Daha ilk sayfadan Nietzsche’nin İyinin ve Kötünün Ötesinde isimli çalışmasına atıfta bulunarak
aile, cemaat, ulus, kilise gibi kurumların da, tıpkı devlette olduğu şekliyle
itaat eden-itaat edilen karşıtlığına dayandığına ve dolayısıyla itaat
kavramının insanın özünden ayrı düşünülemezliğine dikkat çekmektedir (Clastres
2011:7-8).
Kendisi de bir
etnolog olan Clastres’a göre, etnoloji çalışmaları, siyasetin arkaik
kültürlerdeki durumunu araştırmaktadır. Farklı kültürlerdeki siyasi ilişkilerin
kurulumunu anlamak ise, siyaset alanını belirleyen iktidar ve iktidar
ilişkilerini anlamaktan geçmektedir. Burada cevabı aranan temel soru, siyasal
iktidarın kaynağının kültür mü doğa mı olduğudur. Devletli toplumlardaki
iktidar söz konusu olduğunda kültür etmeninden bahsetmemiz doğaldır; ancak
ilkel toplumlar araştırıldığında, iktidarın kaynağının yaşamsal/biyolojik olma
ihtimalinden bahsetmek, doğadan kaynaklanıyor olup olmadığını sorgulamak
mümkündür. Siyasal iktidarın temeli
üzerine bir deneme başlıklı makalesinde Lapierre’nin sorduğu soru da bu
kaynağın doğanın kendisi olup olmadığıdır, cevabı belirleyen ise hayvanlarda
iktidar olmayışıdır. Siyasal iktidar, insan doğasına değil toplumsal yaşama
içkindir. Öte taraftan, arkaik toplumlar birbirinden çok farklı özellikle
gösterdiği için, vahşileri genellememek gereğinin altı çizilmektedir
(2011:8-9).
Lapierre toplum
tiplerini belli gruplara ayırır, ilkel toplumları küçük ve kapalı topluluklar
olarak nitelendirir ve bütün bu ayrıştırdığı toplum tipleri içerisinde
iktidarın ne oranda var olduğunu araştırma amacını güder. Ona göre, toplum
ilkelleştikçe iktidar sıfıra yaklaşmaktadır. Devletin var olup olmadığı
toplumlardan ziyade, iktidarın olup olmadığı (ne oranda olduğu), toplumların
araştırma konusu haline getirilmesi gerekmektedir. İktidar ile kastedilen ise,
genel anlamıyla emir-itaat ilişkisinin varlığıdır.
Weber’in devlet
tanımına değinen Clastres, iktidarın özünün şiddete dayalı olduğunu, bu
şiddetin meşruiyetiyle devletin varlığından bahsedebileceğimizi vurgulamaktadır
(2011:11). Arkaik toplumlarda zorlama, şiddet olmaksızın bir iktidardan
bahsetmek mümkün müdür, işte çalışmanın odak noktasını belirleyen soru asıl
budur. Yazar, toplumları ilkel-modern, devletli-devletsiz biçiminde ayırırken;
ilkel toplumların yazısız toplumlar olduğunun ve ekonomik açıdan geçim
aşamasında bulunduklarının altını çizer. İktidarın kaynağı olarak bir kabile
liderinden, şefinden bahsetmek mümkünse de, emir-itaat ilişkisi, siyasi erk söz
konusu değildir. Amerikan yerlilerinin farklı gruplardan oluştuğunu, Meksika,
Orta Amerika yerlileri ve Andlar’ın kültürlerinin birbirinden son derece farklı
olduğunu vurgulayan yazar, yine de iktidarın yoksunluğu nedeniyle bütün bu
ilkel kabilelerin homojenliğinden bahsetmenin mümkün olduğunu söylemektedir.
İktidar kullanımı, bütün toplum adına karar verme anlamını taşır. Iroquoi Büyük
Meclisi’ni oluşturan 50 sachem (kabile şefi) vardır ve bunların bileşiminde bir
devletin varlığından bahsetmek olasıdır. Bu noktada ise Clastres, Iroquoi’larda
iktidar sorununun kabile düzeyinde olduğuna dikkat çekmektedir (2011:12).
Arkaizmi belirleyen
unsurlar toplumun yazısız olması ve geçim ekonomisine sahip olmasıdır. Geçim
ekonomisinden anlaşılan şey, artı değer üretebilecek durumda olmamak gibi görünse
de, esasında bunun bir yanlış değerlendirme olduğunu söyleyen yazar, Güney
Amerika’da çoğu toplumun ihtiyacın iki katı ürettiğini, yıllık tüketimlerine
eşit miktarda artı değer ürettiklerini belirtmektedir (2011:13). Kitabın son
bölümünde ekonomi-siyaset arası ilişkinin tartışıldığı kısımda, bu konuyu
yeniden gündeme getiren Clastres, yerlilerle ‘gelişmiş’ toplumlar arasındaki
yaşama/çalışma kültürünü de karşılaştırmaktadır; biz de buna yeri geldiğinde
değineceğiz.
Yazarın biyoloji
kaynaklı olduğunu iddia ettiği evrimcilik düşüncesi, tarihin tek yönlü ve tek
tip ilerlemeciliği anlamını taşımaktadır. İlkellikten modernliğe geçiş
çizgisinin sürekli ve sıçramasız bir ilerleme süreci olduğu düşüncesi Avrupa
merkezci olduğu kadar; ‘tohum halinde, doğmakta olan, azgelişmiş’ benzeri
tabirler de bütünüyle etnosantrizm kaynaklıdır. Çünkü bu bakış açısına göre,
gelişmiş olan az gelişmişten, doğmuş olan doğmakta olandan, filizlenmiş olan
tohum halinde olandan ‘ileride’ olduğu gibi, üstündür de. Clastres Avrupa merkezci
anlayışı eleştirerek herhangi bir yerli kabilenin dahi kendi kültürünü diğerlerinden
üstün gördüğüne dikkat çeker. O halde; ilerlemenin çizgisinin tek tipliliği,
gelişmenin iyileşmekle aynı anlamı taşıdığı benzeri düşünceler anlamını
yitirmekte, dahası yanlışlanmaktadır. Bu noktada antropoloji disiplininden
gelmekte olan yazarın sorduğu “Siyasal bir antropoloji mümkün mü?” sorusu da
daha dikkat çekici olmaya başlar. Clastres’a göre toplumdaki her şey iktidar
alanına girmesi, yani siyasetin her yerde olması, hiçbir yerde olmaması
anlamına gelmektedir (2011:18). Arkaik toplumlar, bu şekilde bakılacak olursa,
siyasal değillerdir ancak bu onların toplum olmadıkları anlamına gelmez.
Siyasetin olmadığı
yerde siyaset-dışı olan kavramından da bahsedemeyeceğimiz için, siyaset dışı
siyasetin varlığını zorunlu kılmaktadır. Yani toplum için iktidar zorunludur.
İktidarlı-iktidarsız toplum ayrımı yerine başka bir ayrımın incelenmesi
gerekmektedir: Zorlayıcı iktidarın olduğu toplumlar ve zorlayıcı olmayan iktidarın
olduğu toplumlar. İşte tarihsiz, arkaik toplumlar, zorlayıcı olmayan iktidara
sahiptir (2011:20-21).
Toplumun ne olduğunu
anlamak için siyasal iktidarın ne olduğu sorusuna cevap verilmelidir. Tarih ve
tarihli topluma ilişkin yargıda bulunmanın, bu devletli-devletsiz toplum
ikiliğini anlamanın yolu ise, zorlayıcı olmayan iktidardan zorlayıcı iktidara
geçişin nasıl olduğunu anlamaktan geçmektedir. Marksizm, iktidarın varlığını
toplumsal güçler arasındaki çatışmaya borçlu olduğunu iddia eder. Ancak
marksist anlayış da, ilerleme düşüncesine sahiptir. İlerleme düşüncesinin
tersyüz edilmesi gerektiğini vurgulayan Clastres ise, Kopernikçi bir devrime
ihtiyaç olduğunu söyler (2011:23). İktidarın zorlayıcı olmadığı, devletsiz
toplumları anlamak için yeni bir güneş seçmek zaruridir.
II- Mübadele ve İktidar:
Yerli şefliğin felsefesi
Başlıktan
da anlaşılacağı gibi, bu bölüm yerli kabilelerde ekonomi ve siyaset
kavramlarının nasıl var olduğunu açıklamaya yönelik bilgiler içermektedir. Şefin
otoritesi, mülkiyet ilişkileri özellikle değinilen konulardır.
İlkel
toplumlarda siyasal yapıya dair iki olasılıktan bahsedilmektedir kitapta;
birincisi ilkel toplumun gerçek bir siyasal örgütten yoksun olma ihtimalidir,
ikincisi ise ilkel toplumda var olan siyasal örgütün despotluk, tiranlık biçimi
halini almasıdır (2011:24-25). Amerika’daki yerli topluluklar, demokrasi ve
eşitlik kavramlarına ağırlıkla yer verirlerken; adalardaki Tainolar,
Caquetiolar, Jiragiralar, Otomanglar, şefin otoritesini yüceltmektedir. Onalar,
Yahganlar gibi toplumlardaki ise şeflik yoktur; hatta Jivarolarda şeflik
kavramını karşılayacak bir kelime dahi yoktur. Bütün bu toplumlarda ortak olan
ise, toplumsal tabakalaşmanın ve siyasal otoritenin yoksunluğudur.
R.
Lowie ‘titular chief’in (itibarlı şef) görevlerini şu şekilde sayar: Şef,
toplumda barışın mimarıdır, toplumdaki barış, uyum ve uzlaşmanın sorumlusudur.
Mülkiyet konusunda cömert olmalıdır ve toplumun taleplerinin karşılanmasını
sağlamalıdır. Toplum içerisinde en az mülke sahip olan kişi genellikle şef
olmaktadır. Bir diğer görevi ise hatipliktir, dolayısıyla iyi konuşma
yeteneğine sahip olmalıdır (Clastres 2011:26). Şef, dile, sözcüklere
hükmedendir. Konuşan kişi olmak, şef olmak anlamı taşımaktadır (2011:35). Sivil
ve askeri şef olarak toplum içerisinde iki ayrı şefin varlığından bahsetmek
mümkündür. Dış tehditin söz konusu olduğu durumlarda askeri şefin varlığı söz
konusudur ve böyle bir durumla karşılaşıldığında şef zorlayıcı iktidarın sahibi
haline gelebilir. Jivaroların yalnızca savaş durumlarında şefleri vardır.
Yukarıda
saydığımız görevlerin yanı sıra, şefin çokeşlilik gibi bir ayrıcalığından
bahsedebiliriz. Toplumun refahı ile avcılık doğrudan alakalıdır; çok karılı
ailelerde de avcılık önemlidir (2011:31). İyi bir avcı olmak, aynı zamanda
siyasi bakımdan güç sahibi olmakla eşdeğerdir. Şef, toplumda en çok çalışan,
ürün yetiştiren, iyi avlanan kişi olmalıdır.
Kültür
ile doğa arasındaki karşıtlıktan bahseden Clastres’a göre, kültür dünyası
doğayı olduğu kadar iktidar alanını da yadsımaktadır. Toplumlar üstü olan
iktidar ise, meşruiyetini sağlamak için kültürü yadsımak durumundadır; bu da
devlet ile kültür arasında bir karşıtlık anlamına gelir. Yerli toplumların
siyaset felsefesini oluşturan işte bu kültür-devlet karşıtlığıdır (2011:38).
Mübadele
konusunda bu bölümde, malların mübadelesi dışında kadınlar ile sözcüklerin de
mübadelesinden bahsedilmekte ve özellikle çok eşlilik üzerinde durulmaktadır.
Şefin konuşma yetisi ve çok eşli hali düşünüldüğünde, mübadelenin bütün
çeşitlerinin sonlandırıcısı şefin kendisidir. Topluluğun şefe duyduğu güven ve
bağlılık, şefin statüsünü korumasını ve denetimini sürdürmesini sağlar. Şefin
iktidarı, aynı zamanda iktidar kavramının kendisini engellemektedir.
III- Bağımsızlık ve
Dıştan Evlenme
Bu
bölüm genel hatlarıyla aile, evlilik, toplumsal örgütlenmenin etmenleri
üzerinedir. Örgütlenme biçimlerini tarif etmek isteyen Clastres, farklı
toplumlar arasında karşılaştırmaları gündeme getirir. Mesela İnka
İmparatorluğu’nda güçlü bir merkezi iktidar ve ekonomik örgütlenme biçimi söz
konusuyken; Ormanda yaşayan mikro topluluklar birbirine benzerdir, ancak bu
benzer topluluklar aynı zamanda düşmandır da. Murdock ise, ilkel toplumlardaki
bu parçalı yapının, bölünmüşlüğün ve savaşçılığın abartıldığını söylemektedir.
Tupi,
Carib, Aravak gibi dil aileleri benzer olan, aynı eko sistem modeline sahip
toplumlarda, bahçecilik ağırlıklı tarımın yanı sıra avcılık, toplayıcılık ve
balıkçılık ile geçim sağlanmaktadır. Maloca
ismindeki evlerde, geniş aileler yaşamaktadır. Siyasal özerkliğe sahip Tropikal
Orman yerlileriyse, örneğin Fuegler, Pataganlar, Guayakiler, tarımla hiç
uğraşmayan, avcılık ve balıkçılık ağırlıklı geçinen göçebe toplumlardır
(Clastres 2011:45).
Maloca yerleşimlerinde 100-200 civarı insan yaşamaktadır ve
anayerlilik/babayerlilik esasına bağlı olarak, evlilik sonucu maloca’dan ayrılma durumu söz konusu
olabilmektedir. Çok sayıda geniş ailenin bir araya gelmesiyle oluşan demos’lar toplumsal siyasal birimler
olarak dıştan evlenmeye dayalı yapılardır (2011:48). K. Oberg, iktidar
mücadelesi olmayan bu toplumları ‘homojen’ olarak adlandırır. Homojen
toplumlarda, tabakalaşma veya yatay bölünme söz konusu değildir; bunun yerine
cinsiyet, yaş ve akrabalık esasına bağlı farklılıklar önemsenmektedir.
Komşuluk,
evlilik, akrabalık ilerledikçe, yabancılık ortadan kalkacak buna bağlı olarak
düşmanlıklar azalacaktır (2011:54). Fakat birlikte var olmak, homojen yapıyı
korumak için Güney Amerika toplumlarının çoğunda dıştan evlenmede sınırlandırma
görülmektedir. İlkel toplumlarda gücün esas amacı dengeyi korumaktır ve bu amaç
için aileler bazında sınırlı liderlik vaziyetleri dikkati çekmektedir. Mesela
Tupinamba köyünde 4 ila 8 arasında büyük evler (maloca benzeri) bulunmaktadır
ve her evin lideri konumunda birisi olduğu gibi, aynı zamanda köyün de bir
lideri vardır (2011:61). Bazı yerlerde ise, dıştan evlenmeye bağlı olarak
meydana gelen soy zincirindeki çoklu yapı, şefin yardımcıları olmasını zorunlu
kılar. Şefin yanı sıra bir yaşlılar meclisinin de olduğu yerlerde, çok başlı
bir iktidar mekanizmasından bahsetmek mümkündür.
Toplumların
evlilik benzeri durumlara bağlı olarak farklı bölgelere yerleşmesi, toplumlar
arası ilişkilerin gelişmesine yol açar. Levi-Strauss ve Metraux’un
çalışmalarında görülebileceği gibi, uzak yerleşim yerlerindeki toplumlar
arasında ticaretin yoğun olması dikkat çekicidir. Tupilerde ise, ticaret
şeflerin başka köylerde otoritesini artırmaya yönelik olarak kullanılmakta ve
şefin iktidarının artmasına, hatta toprakta yayılmacı bir zihniyetin varlığına
işaret edebilmektedir. Amazon’daki Omagua ve Cocama’da merkezi iktidar yaratma
eğiliminde şefler olduğu gibi (50-60 kişinin yer aldığı 60 evden meydana gelen
3000 kişinin üzerindeki insan üzerinde otorite sahibi olan şefler olduğu
bilinmektedir); Tupinamba’da 10-20 köyün bir araya gelmesiyle oluşan federal
yapıları görmek mümkündür (2011:62).
IV- Amerika Yerlilerinin
Nüfus Yapısı
Nüfus
ve iktidar arasındaki ilişkiye aile ve örgütlenme modellerinin
karşılaştırılmasıyla yapılan girizgah, bu bölümde esas konu haline gelir. Güney
Amerika’nın tamamındaki toplumlarda siyasi birimlerin birbirinin aynısı
olmadığı bir önceki bölümde ortaya konulmuştu. Burada sorulan temel soru ise,
nüfus artışının iktidar yapısını değiştirip değiştirmediğidir (Clastres
2011:66). Nüfusun yoğunlaşmasıyla tarım üretiminin de artması gerekmektedir.
Avcılık ve toplayıcılıkla uğraşıp geniş arazilerde göçebe olarak yaşayan nüfusu
az toplumlara karşılık 16. yüzyılda Amerika’nın çeşitli yerlerinde yerleşik
tarım toplumlarının var olmuştur.
1539
tarihinde Guarani yerlilerinin 350.000 kilometrekare alanda 1,5 milyon nüfusa
ulaştıkları bilinmektedir. Böylesi kalabalık bir nüfusta hem geçim ekonomisinin
çökmesi kaçınılmazdır; hem de farklı bir siyasal iktidar yapısından bahsetmek
olası hale gelmektedir (2011:77-78). 16. yüzyıl ortalarında beyazların
gelişiyle salgınlar ortaya çıkmış ve 17. yüzyıla gelindiğinde hastalıklar
neticesinde nüfus büyük oranda azalmıştır. Cizvit tarihçisi Peder Lozano’ya
göre, 1730’da Guarani nüfusu 130.000 civarındadır (Clastres 2011:79).
V- Yay ve Sepet
Kadın-erkek
ilişkilerinin, toplumsal yapıdaki kadının ve erkeğin rollerinin konu edildiği
bölümde Guayakilerde cinsiyet rolleri ele alınır. Kadının toplayıcılık yaptığı
ve erkeğin avlandığı bu toplumlarda, kadın sepet örer, çocuk bakar, yay ipi
imal eder. Erkeğin avlanması kadının ise topladıklarını taşıması gereği; kadın
sepet ile erkek ise yayla özdeşleşmiştir. Yay ve sepet gibi nesnelerin,
cinsiyet rollerine bağlı olarak kadını veya erkeği sembolize ettiği
görülmektedir. Kadın ve erkeğin rollerinin geçtiği mekanlarda da bir ayrışma
söz konusu olur. Avlanan erkeğin mekanı ormanlarken, çocuk bakan, sepet ören
kadının yaşadığı alan kamp alanlarıdır (2011:86).
Toplumsal
cinsiyet rolleri, aynı zamanda çocukluktan erginliğe geçişte de kendini
göstermektedir. Kız çocuklarsa sepetlerini ördüklerinde, toplumda kimliklerini
kazanır; erkek çocuklarsa yaylarını kendileri hazırladıklarında, toplumun
üretici üyeleri haline gelirler. Üreticilik vasfı erkeğe layık görülmektedir,
kadın-erkek karşıtlığı tüketici-üretici karşıtlığı anlamını taşımaktadır. Dil
de, üretken olduğu için, kadının bireysel olarak şarkı söylemesi söz konusu
olmaz. Erkek bireysel, kadın ise toplu halde şarkı söyleyebilir. Dilin
kullanımı, toplumdaki rollerin ifadesi açısından önem taşımaktadır (daha evvel
hatiplik ve şeflik ilişkisinde de görüldüğü gibi) (2011:93). Ben olmak, birey
olmaktır ve bu ancak şarkı ve söz ile mümkündür (2011:101).
Toplumun
zorunluluğunu gündelik hayatta göstermek adına yöntemler vardır. Erkek,
avladığı hayvanın etini kendisi yemez, başkası için avlanır ve yiyeceği yemeği
de bir başkasından alır. Üreticiler arasındaki bu ilişki biçimi onların
mübadele içine girmelerini zorunlu kılar. İnsanlar yiyeceklerini paylaşmak,
değiş-tokuş faaliyetini gerçekleştirmek zorundadır, çünkü topluluk halinde
yaşamaları zorunludur. Guayaki dilinde ‘tiku’ kelimesi hem beslenmek hem de
sevişmek anlamlarında kullanılmakta (2011:98) ve ‘değiş-tokuş’ ile kastedilenin
genelliğini ortaya koymaktadır.
VI- Yerliler Nelere
Gülüyor?
Yerlilerin
kültür-sanat ürünlerini anlatan ve mitler ile gerçeklik arasındaki ilişkiyi ele
alan kısımda, iki mit anlatısına yer verilmiştir. Her ikisini de kaba güldürü
olarak yorumlamak mümkündür, hatta ilkinde belden aşağı kısımlar da yer
almaktadır. İlk mitte, yaşlı şaman söz ile düşünceyi ayırt edemediği için
gülünç duruma düşer (2011:115-116). İkinci mitte ise bir jaguarın alay konusu
olduğu görülmektedir. Şaman da, jaguar da toplum içerisinde öfke, korku ve
saygı uyandırmaktadırlar. Şaman yaşama ve ölüme hükmeder; toplumun gülemeyeceği
kadar uzağında hayranlık ve korku duyulan şahıstır. Jaguar ise iyi bir avcı
olduğu için toplumdaki insanların rakibi konumundadır; dolayısıyla günlük
yaşamda alay edilmek bir yana, saygı duyulan bir vaziyetleri vardır. Burada
görülmektedir ki; gerçek ile mitte karşımıza çıkan durumlar birbirine tamamen
zıttır, gündelik dünya ile düşsel dünya arasında bir çelişki söz konusudur. “Mit,
gerçeği kabul edilebilir düzeye indirmenin yoludur” (2011:118).
Gerçek
hayatta kimsenin göze alamayacağı bir küçümseme/alay etme hali, dil düzeyinde
gerçekleşmektedir. Yerlilerin güldükleri şey, grotesk olmanın yanı sıra,
kendileri için ölüm tehlikesi taşıyan şeydir. Kitapta konu edilen mitlerde,
Büyük Yolculuk temasının işlendiği ayrıca dikkat çekmektedir. Güneşe, iyiye
yapılan bir yolculuktur bu ve mitlerin kültürü aktarıcı işlevine yerinde bir
örneği oluşturur (2011:120-122).
VII- Söz Görevi
Konuşan
kişinin şef olduğuna ikinci bölümde, yerli şefliğin felsefesi kısmında
değinilmişti. Burada da konuşmanın konuşma gücü anlamına gelmesi, söz ile
iktidar arasındaki dolaysız ilişki, kabileye hükmedenin kelimelere de
hükmetmeyi becermesi gerektiği vurgulanmaktadır (2011:123-124). “Şefiniz kim?”
sorusu konuşmaları yapan kişinin kim olduğu sorusuyla aynı cevaba sahiptir.
Devletli
toplumlarda söz iktidarın hakkı iken, devletsiz toplumlarda söz iktidarın
görevi olmaktadır (2011:125). Ancak şefin konuşması sırasında, devletsiz
toplumun hiçbir üyesi sessiz olup söyleve kendisini vermek zorunluluğu taşımaz.
Şef geleneksel yaşam kurallarına yönelik konuşurken, insanlar gündelik
hayatlarına devam eder, işleri neyse onu yaparlar. Şefin konuşmasının
içeriğinin önemi yoktur, sözden yoksundur çünkü gerçek anlamdaki bir iktidardan
da yoksundur. Şeflik yapmaya kalkan, emir vererek bir emir-itaat ilişkisi
oluşturmaya çalışan her kimse, dışlanır ve şeflikten terki sağlanır. İlkel
toplum, kendisinden ayrı bir iktidarın varlığını kabul etmez; çünkü toplumun
kendisi bizatihi iktidardır. Devletsiz toplumda iktidarın kaynağı, şef değil,
toplumdur. İktidarın kurumdan, şefin emretme gücünden ayrı duruşu, toplumun
devletsiz/iktidarsız devamını sağlar.
Şefin
konuşma görevi, bu halde onun iktidar olmasını engelleyen şeydir (2011:126).
Şef, sözün alanına hapsolmuştur, meşru bir şiddetin uygulayıcısı değildir.
Başlangıçta belirtildiği üzere, zorlayıcı iktidara hakim olmayan bir şef ve
devletsiz bir toplum bu şekilde mümkün kılınmıştır.
VIII- Ormanın Peygamberi
Andlarda
veya Tropikal Orman kültürlerinde çeşitli inanç biçimleri görülmektedir. İnanç
ve değerler sistemi kabile içerisindeki birliği ve dayanışmayı artırıp toplumun
devamlılığını sağlar ancak toplumun kendi içine kapanmasına da yol açar
(2011:130). Oruç, dans gibi eylemlerle ibadet eden toplumların nihai amacı
kötülüğün olmadığı ülkeye erişimdir (2011:128); burada mitlerde konu edinilen
Büyük Yolculuk’a benzer bir inançtan bahsedilebilir. Sözlü edebiyata verilen
önem, mitoloji ve dinsel şarkıların toplumun kültürünü besleyişi de bu düşünceyi
doğrular niteliktedir.
İlkel
toplumlarda kültür, dil, sanat ve din birbiriyle sürekli etkileşim halindedir. ‘Son
insanlar’ Mbyalar’da, gündelik hayatta kullanılan kelimelerde kültür-doğa-dil
arasındaki bağın gücü de görülmektedir. Mbyalar, ok için ‘yay çiçeği’, pipo
için ‘sisin iskeleti’ tabirlerini kullanmaktadırlar.
IX- ‘Çok’ Olmayan ‘Bir’
Dünyanın
kusurlu olduğu bilinen gerçektir, yerliler bu kusurluluğun kaynağını var
olanların birliği olarak görürler. Bir, kusurlu olandır, kötülüktür; bozulan
şeyleri ve sonluluğu ifade etmektedir. Bu yüzden bir olmayan ‘çokluk’
arayışından bahsedilmektedir (Clastres 2011:139).
X- İlkel Toplumlarda
İşkence
Kitapta
Clastres, yazı ile yasanın bağlantısı üzerinde durur, yazının varlığının yasa
koyma gücü anlamı taşıdığını söyler (2011:143). Ortaya attığı düşüncesi
desteklemesi açısından edebiyattaki kimi örneklerden yararlanır; bunlardan
başlıcası Kafka’nın Ceza Sömürgesi
isimli hikayesidir. Ceza Sömürgesi’nde
suçlunun bedeni yasanın yazıldığı yüzey olarak kurgulanmıştır. Clastres bu
örnekten sonra, 1960-70’lerde Sovyet toplama kamplarında, gerçeğin kurguyu
aştığına dikkat çeker; kamplarda yazı-yasa ve beden arasında doğrudan ilişki
kurulur, suçlu söylenenleri kendi vücuduna yazmaktadır (2011:144).
İlkel
toplumlardaki törenler, toplumun üyesi olmanın göstergesi olan kabul ayinleri
de bedenin toplum tarafından ele geçirilmesinin bir ifadesidir aslında.
Geleneksel olarak bireye işkence edilir, beden üzerinde bir iz bırakılır;
böylece hem kişinin dayanıklılığı ölçülmekte hem de o topluma olan aidiyeti
kanıtlanmaktadır (2011:148). Vücuda kalıcı bir iz bırakmak, bedenin hafızasına,
bedenin sahibi olan bireyin de bir sahibi olarak toplumun varlığını
hatırlatmaktadır, ‘sen bizdensin’ mesajını kabile bireye işkenceyle verir.
İlkel toplum üyesini işaretleyen toplumdur.
Clastres’a
göre, ilkel yasa eşitsizlik yaratan devletin yasasına karşı çıkmak için
konmaktadır. İktidar sahibi olmayı da devlete/iktidara boyun eğmeyi de reddeden
bu anlayışta, toplumdan ayrı var olamayacak, ayrı bir kurumu yaratmayacak olan
yasanın yazılabileceği tek yüzey vardır: İnsanın bedeni. Ancak bu şekilde,
toplumun kendisi iktidarla eşdeğer olur; her yerde olan iktidar aslında ‘hiçbir
yerde’dir. Neticede devlete karşı olan toplum, korkunç bir zulüm pahasına, daha
korkunç olanın ‘başa’ geçmesini önlemiştir.
XI- Devlete Karşı Toplum
Bu
bölüm, ilk bölümde ele alınan konuları daha detaylı olarak işler ve bir sonuca
varmaya çalışır. Yazısız, tarihsiz ve devletsiz olduğunu belirttiğimiz arkaik
toplumlarda eksik olan bir başka şey, ekonomileri geçim aşamasında kaldığı
için, üretim fazlasının sürüldüğü pazar ekonomisine sahip olmayışlarıdır.
Arkaik toplum, sürekli kendisinde eksik olana göre tanımlanır. Burada yine
Clastres’ın etnomerkezci, ilerlemeci yaklaşıma eleştirisi görülmektedir. Pazar
ekonomisi, yazı, devlet, tarih olağandır; uygarlaşmamış toplum ilkel toplumdur
ve pazara, yazıya, devlete sahip değillerdir. Yaşamaları, geçinmeleri için
kendilerine yeten en az miktarı üreten bu toplumların günü gününe yaşama
anlayışlarının da kaynağında teknolojik yetersizliğin bulunduğu iddia
edilmektedir. Buradaki bakış açısı da bir ‘eksiklik’ tarifi üzerinden
geliştirilmiştir. Clastres buna karşı çıkar. Tekniği ‘ihtiyaca uygunluk’ olarak
tanımlar ve ilkel toplumların teknik açıdan geri kalmış, eksik veya kusurlu bir
pozisyonda yer almadıklarının altını çizer (2011:152-153).
Clastres’a
göre, her toplum ihtiyacı için gerekli olan egemenliği sağlar. Teknik düzeyde
ileri gitmişlik/geri kalmışlık, teknolojik hiyerarşi benzeri durumlar söz
konusu değildir; aslolan toplumun içinde yer aldığı koşullara uygunluğudur.
Günlük yaşamda kendilerine gerekecek aletleri yapmak konusunda ustalık
edinmeleri, onların teknolojik açıdan yeterli oldukları anlamına gelir.
Bu
bağlamda yazar bir başka karşıtlığa dikkat çeker. Halk dilinde insanlar “köle
gibi çalışmak” tabirini kullanırlarken, Güney Amerikalılar “yerli gibi miskin” deyimini
kullanmaktadırlar (2011:154). Batı uygarlığındaki iki temel kaide, ilkel
toplumlarda tersyüz edilmiş haldedir. Birincisi, toplumun devletin koruyuculuğu
altında var olması zorunluluğu; ikincisi ise çalışmanın zorunluluğudur. Geçim
ekonomisindeki toplumlar, üretim etkinliğine son derece sınırlı bir zaman
ayırarak yaşarlar. Erkekler toprağı tarıma uygun hale getirir, taş, balta ve
ateşin kullanımıyla tarım yapılabilir alanlar yaratırlar. Kadınlar ise ekim,
çapa, hasat görevlerinden sorumludur. Erkekler 4 yıl boyunca ortalama 2 ay
çalışırlar, kalan zamanlarındaki avcılık, balıkçılık benzeri üretim etkinliğine
dahil edilebilecek faaliyetleri zorunluluk nedeniyle değil, keyfidir. Uygar
toplumdaki mesai saatlerine benzemeyecek biçimde, ilkel toplumlarda günde en
fazla 3 saat kadar bir süre çalışılmaktadır. Bunun esas sebebi, artı-ürün
üretme zorunluluklarının olmayışıdır. Sadece ihtiyaçları olanı elde eder,
ihtiyaç fazlasını ise kendi aralarında paylaşırlar. Potlaç denilen gelenekleri
ilkel toplumların mübadele biçimine bir örnek oluşturmaktadır. Belli dönemlerde
herkes ihtiyacı fazlası yiyeceği, içeceği, giyeceği bırakır, başka aile veya
kabilelerin sahiplenmesine olanak tanır.
Lizot,
ilkel toplumların çalışmayı reddettiklerini söyler, Clastres ise yerlilerin
beyazların uygarlığına karşı tutumunu şu cümleyle açıklar: “Yerliler beyazların
madeni baltalarının taştan üstünlüğünü görünce, aynı sürede daha fazla üretmek
değil, aynı ürünü kısa sürede üretmek istediler” (2011:157). İlkel toplumlar
için üretim, yaşamsal ihtiyacın karşılanmasından fazlası değildir.
Siyasal
ilişki olan iktidarın, ekonomik ilişki olan sömürüye zemin hazırladığı görüşünü
taşıyan Clastres, Vahşiler ile İnka İmparatorluğu arasında bir karşılaştırmaya
gider: Vahşilerdeki (yukarıda bahsettiğimiz potlaç geleneğine benzer) mübadele
olgusunun yerini, İnka yerlilerinde borçlanma almıştır, İnka yerlisi efendisi
için üretmektedir (2011:158). Köle-efendi, yöneten-yönetilen ilişkisinin olduğu
yerde, üretim biçimi de buna bağlı değişiklik göstermek durumundadır. İktidar
emek üzerinde tahakküm kurduğunda devlet doğar, toplumsal sınıflar ve
tabakalaşma kök salar. Ekonomiyi reddeden toplumlar, “kuralsız ve kralsızdır”
(2011:160).
Ne
zaman ki devletli-devletsiz ayrımından bahsedilir, vahşiler ile uygarlar,
gelişmişler ile ilkeller gibi ikilikler söz konusu olmaya başlar; o zaman
‘Zaman’ kavramının kendisi ortadan kalkar, tarihten bahsetmeye başlarız.
Görüldüğü gibi Clastres, marksist anlayışın altyapı-üstyapı kavramlarının
tersine, siyasal yapının maddi temeli belirleyici haline yakın bir görüşe
sahiptir. Başka bir deyişle, Clastres’ın bakış açısına göre, altyapı siyaset,
üstyapı ise ekonomidir. İlkel toplumlarda hiyerarşi, iktidar ilişkisi yoktur.
Zengin-yoksul, sömüren-sömürülen ayrımları da bütünüyle iktidar ilişkisine
dayanmaktadır. Devlet, egemen sınıfın çıkarlarını koruyan yapıdır ve sınıf
kavramını doğuran da bizatihi devletin kendisidir (2011:162-163).
İlkel
toplumdaki şeflerin otoritesi olmadığı için, devlet liderlerinin şefin
evrimleşmesiyle türediği düşüncesini de reddeder Clastres. Şefler
anlaşmazlıkları çözer ve teknik becerileri sayesinde toplumda saygınlık
kazanırlar. Toplumdaki bireyler üzerinde ikna kabiliyeti olmayan şef, itibarını
kaybedecek ve şeflik vazifesi sona erecektir. Teknik beceri bununla sınırlı
değildir; şefin hitabet, avcılık ve savaşçılık konularında da yetenekli olması
beklenir. Öte yandan; ilkel toplumlar istisnalar dışında savaşçı değillerdir,
savaşı zorunlu hallerde yapar –savunma amaçlı- ancak sürdürülmesini istemezler.
“Ölüm savaşçının yazgısıdır”, savaşa devam etmek isteyen şef, yalnız bırakılır
(2011:168).
Toplumun
mutlak gücünü koruması ve kendisinin üstünde bir iktidarın varlığına olanak
tanımaması için, öncelikle nüfusun sınırlı kalması şarttır. Kabilelerin parçalı
yapısı, toplumsal-siyasal bütünlükleri –kötülükle eşdeğer görülen Bir’i-
engellemiştir ve böylece devletsiz toplumlar, aynı zamanda devlete ‘karşı’
toplumlar halinde varlıklarını sürdürebilmişlerdir (2011:170). Batı metafiziği
temsilcisi Herakleitos’e göre, Bir iyilikle eşdeğerken, Guarani yerlisi için
kötülüktür; çünkü yerliler Birliği devlet ile özdeş görürler (2011:173).
Tropikal
Ormanın en kalabalık nüfusu olan Tupi Guaranilerde, nüfusun artışıyla beraber şeflerde
gözlemlenen iktidar isteği artışı, nüfus ile siyaset arasındaki bağlantının
anlaşılırlığı açısından yerinde bir örnektir. Birliği, devleti bertaraf etmek
isteyen nüfuslar, kalabalıktan kaçınarak toplumlarını sınırlandırmaya gayret
gösterir. Tarihli halkların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihi olduğu gibi;
tarihsiz halkların tarihi de devlete karşı mücadelenin tarihidir (2011:175).
Kaynakça
Clastres,
P. (2011). Devlete Karşı Toplum. (M. Sert
ve N. Demirtaş, Çev.). (3.bs). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.