Afa Yayınları’nın 1994
baskısı “Kurbağa Yağı Satıcısı” uzun zamandır elimde. Akira Kurosawa’yı ben de
çoğu insan gibi Yedi Samuray’dan tanıyorum ama sonrasında merak edip başka
filmlerini de izlemiş, sevdiğim yönetmenler arasına kendimce eklemiştim. Bu
kitabı da Kurosawa’nın adını görür görmez sahaftan, fuardan bir yerden aldım
sanıyorum, üzerinden zaman geçmiş tam olarak hatırlayamıyorum. O sırada emin
olduğum tek şey var: Bir kurmaca eser bu, Kurosawa’nın yazılı metni senaryodur diye
tahmin ediyorum; bir senaryo okuyacağımı zannederek, yakın zamanda kitaba
başlıyorum.
Yanılmışım; meğer bir otobiyografiymiş. Bir kimsenin
kendi hayatını anlatması fikrinin tuhaflığı üzerine dahi yazmış Kurosawa
girişte; bütün anlatının içtenliği bir yana, düşündüklerimi düşünmüşlüğünden
etkilenerek başlıyorum kitaba. Aslında kitabın başlığının konma sebebini,
biyografi yazma nedeninin daha öncesinde –önsözün hemen ilk iki paragrafında-
anlattığı için, Kurbağa yağı kısmının ilginçliğinin daha dikkat çekici olduğunu
hatırlıyorum. Bunu hafızamda kaldığı şekliyle değil, Kurosawa’nın ifadesiyle
aktarmayı tercih ederim:
“Savaş öncesinde
gezgin satıcılar, ülkenin dört bir yanında dolaşıp bir şeyler satmaya
çalışırlarken, özellikle yanık ve kesikleri iyileştirdiği sanılan iksiri elde
etmek için geleneksel bir yöntem kullanırlardı. Dört tane ön, altı tane de arka
ayağı olan bir kurbağa, dört tarafı ayna ile kaplı bir kutuya konurdu. Değişik
açılardan görüntüsünü izleyen kurbağa hayretler içinde kalarak yağlı bir sıvı
salgılardı. Bu sıvı toplanır, 3721 gün bir söğüt dalı ile karıştırılarak yavaş
yavaş kaynatılırdı. Sonuç bu harika iksirdi.
“Kendimle
ilgili bir şeyler yazmak düşüncesi aynalı kutudaki kurbağayı anımsattı bana.
Görüntüme uzun yıllar boyu değişik açılardan bakıp beğendiklerimi ve
beğenmediklerini ayırmalıydım. On ayaklı bir kurbağa olmayabilirim ancak,
aynada gördüklerim sanırım kurbağa gibi yağlı bir sıvıya benzer bir şeyler
salgılatacak bana.”
Bir otobiyografinin
önsözünde daha çarpıcı bir örnek verilip, kurbağa ile kurulan şaşırtıcı
benzerlikten yola çıkarak, insanın hayatını anlatmasının kendi yansımalarına
bakıp onları süzgeçten geçirerek sunması anlamına gelişi ancak bu kadar anlamlı
biçimde ifade edilirdi sanıyorum. Hakikaten Kurosawa, dediğini yapıyor ve hayatıyla
ilgili beğendikleri kadar beğenmediklerini, karakterinin yaratıcı ve yapıcı
yönü kadar, zaaflarını ve zayıflıklarını da aktarıyor. Hatta beklenmedik bir
şekilde, çocuk Kurosawa’nın ne kadar saf, mahsun, belki bazı yanlarıyla ‘ezik’
olduğunu görüyoruz, çocukluğu, ailesiyle ilişkileri, kalabalık kardeşlerin her
birinin hayatının nereye nasıl evrildiğini, babasının, ağabeyinin karakteri
üzerindeki etkisini ve ilerleyen süreçte hayatında nasıl kilit roller
oynayabildiklerini görmek, süreci izlemek hakikaten muazzam bir tad bırakıyor
okurda.
Okuduğum kaç biyografi/otobiyografi vardır bilemiyorum
ama sayıları çok değil, beğendiklerimin sayısı ise olasılıkla daha az.
(İletişim’den çıkan biyografi dizisini son derece başarılı bulduğumu ekleyeyim
yeri gelmişken. Özellikle Boris Vian’ın farklı yönlerinin işlendiği, müzisyen,
yazar, sinemacı kimliklerinin ayrı ayrı aktarıldığı biyografi örneği pek
keyifliydi.) Ama bir otobiyografi var ki, beni derinden etkilemiş,
Kurosawa’nınkinden bahsederken hayatları/üslupları/anlatıları son derece
ilgisiz olsa da sinema yapmaları ortaklığına sahip Luis Bunuel’i anmamak olmaz.
“Son Nefesim” ismindeki eser, herhalde uzun başka bir yazının konusu olmalı.
Paris’in 1920’lerdeki entelektüel ortamına, sürrealizme, dönemde yaşayan Andre
Breton başta önde gelen sanatçı isimlere bakmak, onlarla aynı masada
otururcasına dönemi ve ortamı deneyimlemek adına başka türlü bir eserdir Son
Nefesim. Herhalde yaşam öykülerinin ortak olumlu yanları, sadece şahsın
hayatının değil, dönemin, sürecin, üretilen eserlerin arkaplanındaki hikayelerin
de anlatılıyor olması.
Kurosawa’nın filmciliğinin öyküsü de Kurbağa Yağı
Satıcısı’nda böyle işlenmekte. Kitabın yarısı boyunca anlatılan çocukluk,
gençlik anlatısının sonrasında ressam Kurosawa’yı, farklı ortamlara girip
çıktığı dönemi ve nihayetinde –ilginçtir ama tesadüfler eseri- yardımcı
yönetmen olarak başladığı sinema hayatının neye evrildiğini, film sektörünün
içinden bir göz olarak detaylarıyla ortaya koyuyor. Kendi filmlerinin üretim
süreçlerine gelmeden evvel asistanlığını yaptığı ve hocası olarak gördüğü
Kaciro Yamomoto’ya (Yama-san) saygısını dile getirip, üzerindeki emeğine
hakkını vermeye çalışıyor. Herhalde özyaşam öyküleri biraz da, hayattaki
başarılarda emeği geçenlere saygı duruşu niteliği taşıyor. En azından
Kurosawa’nın ağabeyinden, ilkokuldaki öğretmenine çeşitli kişileri tekrar
tekrar anması ve onlarla ilgili özel anekdotlara yer verişi bunun ispatı gibi.
Çocukluğunda dalga geçilen, ‘sulugöz’ lakabı takılan o
ezik çocuktan, herkesin saygı duyduğu yönetmenliğe, yazarlığa, senaristliğe
giden yolda; uykusuz geçen günler, geceler, alkolle kurulan dostluk, kazanılan
paraların barlarda harcanmasının öyküsü, Japonya, Kanto depremi, Japonların
halet-i ruhiyeleri, farklı kültürler ve coğrafyaların hayatları nasıl
etkilediği, filmlere uygulanan sansür, anlatılan hikayelerdeki temalardan benim
gözüme çarpan/aklımda kalanlar. Kurosawa’nın “otobiyografi gibi bir şey” olarak
gördüğü eserin sonunda, iyi senaryo yazmanın yöntemine dair kısa öneriler de
var ve pek faideli gözükmekteler.
Güncel baskısı, sinema dizisini hayli ‘sağlam’ bulduğum
Agora Yayınları tarafından yapılmış olan kitabı sinemayla ucundan da olsa
ilgilenen, öyle ya da böyle yaratarak/üreterek yaşamaya çalışan herkese gönül
rahatlığıyla önerebilirim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder